28 Aralık 2007 Cuma

Kanserin Son Kurbanı: Neriman Üçüncü(Akman)



M.NİHAT MALKOÇ

Karadeniz’de kanser vakaları artarak devam ediyor; tabir caizse canları kırıp geçiriyor kanser... Çernobil faciasının Karadeniz’de kanseri tetiklediği iddiaları her ne kadar resmi sağlık çevrelerince inkâr edilse de, bu coğrafyada yaşananlar farklı bir görüntü çiziyor. Nice değerimizi alıp götürdü kanser… Buna kader deyip geçmek ne kadar doğru acaba?

Kanser Karadeniz’de kol geziyor. Karadeniz’de bu hastalıktan bir yakınını kaybetmeyen yok gibidir. Ülkemizde pek çok kötü şey gibi kanser de kader olarak görülüp geçiliyor. Bu konuda bölgemizde ve ülkemizde ciddi istatistikler yapılmış değil. “Karadeniz’de kanserin artmasından Çernobil mi, sorumludur?” sorusu ilmî anlamda cevaplanmış değildir. Bu sorunun muhatapları “radyasyon yoktur” demiş, fakat yetkililer ilmi yolla bunun üzerine gitmemiştir. Oysa hiçbir şey gizlemekle, ‘yok’ demekle yok olmuyor.

26 Nisan 1986 gecesi Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Enerji Santrali’nin 4. reaktöründeki kazadan hemen sonra radyoaktif bulutlar tüm dünyaya dağıldı. O tarihlerde, Çernobil’le ilgili gerçeklerin açıklanmaması için ciddi bir sansür politikası yürütülmüştür. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, 24 Haziran 1986 tarihli ‘Türkiye’ gazetesine yaptığı açıklamada: “Türkiye’de radyasyon yok” demiş, sözlerini şöyle güçlendirmişti: “Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir.” Bununla da kalmamış, kameraların önünde keyifle, sözde radyasyonsuz çayı yudumlamıştı. Oysa çağdaş ülkeler gerçekleri gizlemek yerine, ciddi önlemlerle vatandaşlarının sağlığını güvence altına almıştı. Oysa biz ülke olarak facianın üstünü örtmenin hesaplarını yapıyorduk.

Kanser bütün Türkiye’de olduğu gibi, özellikle yoğun olarak Karadeniz’de öldürmeye devam ediyor. Kansere en son kurbanı, Trabzon’un gözden ırak ilçesi Köprübaşı verdi. Köprübaşı’nın sevilen simalarından Neriman Üçüncü iki yıldan beri mücadele ettiği kemik kanserine yenilerek Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kanser illeti onu çok sevdiği Köprübaşı’ndan kopardı. Nermin Üçüncü iki yıldan beri İstanbul’da kanser tedavisi görüyordu.

O, sıra dışı, renkli bir kişiydi. Köprübaşı’nın Beşköy beldesine bağlı Yılmazlar köyündendi. İlkokulu Köprübaşı’nda, ortaokulu Trabzon’da Cumhuriyet Ortaokulu’nda, liseyi Trabzon Lisesi’nde bitirmişti. Ayrıca fark derslerini verip bir de Kız Meslek Lisesi diploması sahibi olmuştu. Daha önce annesini kaybetmişti. Babası Ali Faik, Köprübaşı’nda çok tanınan bir hocadır. Ali Faik önemli bir isimdir bu ilçede. Kızı da çok güzel izler bırakarak göçtü bu topraklardan. Halk Eğitim Merkezi’nde usta öğreticilik yapan Neriman Üçüncü, yörede yaşayan kızlarımızın meslek edinmeleri için gecesini gündüzüne katmıştır. O, trikotaj ve kuaförlük alanlarında marifet sahibi bir kızımızdı. Bildiklerini paylaşmak, başkalarına yardımcı olmak onun karakteristik özelliklerinden en başta gelenlerdi.

Köprübaşı’nın pek çok imkândan yoksun olan kızlarına becerilerini aktaran Neriman Üçüncü, hayata tutunmanın en güzel örneğini vermiştir. O, Köprübaşı’nda kızlara iyi bir model olmuştur. Daima namusuyla çalışmış, alın teriyle kazanmıştır. Kazandığını da paylaşmasını, garibanlara kol kanat germesini bilmiştir. Bir ara Köprübaşı’nda taksicilik bile yapmıştır. Azmin ve cesaretin nelere kadir olduğunu yaşantısından verdiği örneklerle ispatlamıştır. Kendisi kanserle mücadele ederken kanser hastalarına da ümit ışığı olmuştur.

Hayat dolu bir insandı Neriman Hanım… Hayata gülen gözlerle bakardı। Küçük meseleleri kendine dert etmezdi. Hayatta pek çok sıkıntı yaşasa da hep ümitvar oldu. Bir soruya verdiği cevapta “Ben kötü anıları dereye attım, güzelleri bana hep güç verdi.” diyerek bir anlamda hayat felsefesini ortaya koyuyordu. Hastalığıyla boğuştuğu sıralarda çok sevdiği arabasını İstanbul’da çaldılar. Onu çok üzdüler, fakat o yine de hayata dört elle sarılmasını bildi. Kanseri yeneceğine inanmıştı. Fakat bunu başaramadı. Zaten hayatta başaramadığı tek şey sanırım buydu. O, geride güzel bir iz bıraktı. Kendisi, Köprübaşı’nda iz bırakanlar arasına çoktan girmiştir. Bu güzel yürekli ablamıza Allah’tan gani gani rahmet diliyorum.



25 Aralık 2007 Salı

1 Aralık 2007 Cumartesi

Hocaların Hocası: Ahmet Hilmi İmamoğlu

M.NİHAT MALKOÇ

Üniversiteleri değerli kılan akademik kadrolarıdır. Bu kadrolar seçkin elemanlardan oluşursa, başarı peşinden gelir. Fakat eğitimde başarılı olmak için bilgi tek başına yetmiyor. Öğretmen, eli altındakilere kendisini sevdiremedikten sonra ne kadar bilgili olursa olsun verimli ve başarılı olamaz. Hayatımızda bunun sayısız örneklerini görmekteyiz.

Sevgiye dayalı otorite, korkuya dayalı otoriteden çok daha güçlü ve kalıcıdır. Seven insan, sevdiğini hiçbir zaman mahcup etmek istemez, onu güç durumda bırakmaz. Kendisini sevdiren hocalar daima başarılı olmuşlardır. Bunlardan birisi de KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi kıymetli Hocam Ahmet Hilmi İmamoğlu’dur. Yıllarca orta öğretim kurumlarında öğretmenlik yapan İmamoğlu, altı yıl da Almanya’da kalarak yurtdışındaki insanlarımıza dil ve vicdan bilincini öğretmiştir. Oradaki çocuklar Türkçenin doyumsuz zevkini ondan almışlar, dillerini doğru kullanma gayreti içerisinde bulunmuşlardır.

Ahmet Hilmi Bey, hayatını öğrencilerine vakfetmiş usta bir öğreticidir. Hayatında aldığı vazifelerin hepsini başarıyla bitirmiştir. Hiçbir zaman makam ve koltuk sevdalısı olmamıştır. Aldığı görevleri bir nöbet olarak görmüş, zamanı gelince teslim etmesini bilmiştir. Gençlerin önünü açmayı öncelikli bir davranış olarak görmüştür. Trabzon Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü de yapan İmamoğlu, uzun yıllardan beri KTÜ bünyesinde Eski Türk Edebiyatı sahasında bilgi birikimlerini öğrencileriyle paylaşmaktadır.

O, zor bir sahada çalışan kıymetli bir hocadır. Farsçayı öğrencilerine öğretecek kadar iyi bilmektedir. Türkiye genelinde bile Eski Türk Edebiyatı alanında söz sahibidir. Bilindiği gibi Eski Türk Edebiyatı artık kültürel hayattan çekilmiştir. Bunun günümüzde sevdirilmesi ve ilgi uyandıracak bir duruma getirilmesi kolay olmasa gerek. Fakat o, zor olanı başarmıştır. Yüzlerce yıllık bir edebiyatın gelecek nesillere öğretilmesi için büyük bir emek sarf ederek gençlerimizin ilgisini bu alana çekmiştir. O, bugün Eski Türk Edebiyatı sahasında bilinmesi gerekenleri öğrencilerine aktarmakta, bunu bir vefa ve vazife şuuru içerisinde sevdirerek yapmaktadır. Müzeye kaldırılmış bir edebiyatı canlı ve diri kılmanın mücadelesini vermektedir. Eski harflerle oluşturulmuş onlarca çeşit metni öğrencilerine okutmaktadır. Onun gibi hocalar sayesinde eski metinler korkutucu olmaktan çıkıp merak uyandıran gizemli belgelere dönüşmektedir. Bu bir bakış açısının ve anlayış kalitesinin neticesidir.

Ahmet Hilmi İmamoğlu benim de üniversiteden hocamdı. Aynı zamanda kendisiyle aynı ilçedeniz. O da benim gibi Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde doğup büyümüştür. Üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümüne geldiğimde, yetiştiğim çevreden dolayı konuşmam ve yazmam çok bozuktu. Bunu doğal olarak derslere ve sınavlara da yansıtıyordum. Kendisi bir gün beni çağırarak bu bölümde okumamın çok zor olacağını, yol yakınken dönmemi söyledi. Gerçekten de çok eksiktim, kompozisyon yazmakta zorlanıyordum. Telaffuzum bozuk olduğu için insanlarla konuşmaktan geri duruyordum. Onun bu uyarısı beni çok üzmüştü. Fakat doğruları söylüyordu. Bu durumu o zamanın Edebiyat Bölüm Başkanı Nazan Bekiroğlu’yla da konuşmuştu. Bu uyarı beni ciddi bir değişime ve dönüşüme zorladı. Ya bu deveyi gütmeliydim, ya bu diyardan gitmeliydim.

Gerçekten de böyle gelmişti ama bundan sonra böyle gitmezdi. Oturdum, düşümdüm, karar verdim. Hayatımda bir seferberlik gerçekleştirecektim. Gece gün okuyup yazacaktım. Nitekim öyle de yaptım. Trabzon’da günlük yayınlanan Türksesi gazetesine gittim. Gazetede yazmak istediğimi belirttim. Gazetenin sahibi merhum Ayhan Kıyak, önce tereddüt ettiyse de sonra teklifimi kabul etti. Gece gün okuyordum. Belli bir zaman sonra köşe yazıları yazmaya başladım. Yazılarım hemen her gün “Muhabbet Bağının Gülleri” adlı köşemde yayınlanıyordu. İfadelerim düzelmeye başlamıştı. Artık okumak ve yazmak, hayatımda vazgeçemediğim iki tutku olmuştu. Korkularım sevdiklerime dönüşmüştü. Bu değişim karşısında Ahmet Hoca büyük bir şaşkınlık yaşamıştı. Bu durumu her yıl yeni gelen öğrencilere anlatmayı ihmal etmez; beni yeni öğrencilerine bir model olarak gösterir.

Babacan bir öğretmendir İmamoğlu Bey… Öğrencilerini baba gibi sever, onların düşüncelerine değer verir. Bugün Türkiye’nin dört bir köşesinde yüzlerce öğrencisi vardır. O, hocaların hocasıdır. Onun öğrencisi olmayı bir şans olarak görenlerin sayısı hiç de az değildir. Bunlardan birisi de benim… İyi ki onu tanımış, rahle-i tedrisatında bulunmuşum.

İmamoğlu, son yıllarda hastalıklarla boğuşmasına rağmen eğitim hayatından ve öğrencilerinden hiç kop(a)madı. Böbrek rahatsızlığı yüzünden dolaşmadığı doktor, gitmediği hastane kalmadı. Hindistan’dan böbrek getirtti. Ameliyatlar oldu. Böbrek vücuda uymadı, eşinden böbrek aldı. Fakat bir türlü eski sağlığına ve zindeliğine kavuşamadı. Onlarca sıkıntıyla boğuşsa da öğretmenlikten ayrılmayı düşünmedi. Öğrencileriyle beraber olmak ona daima ilaç gibi geldi. Öğrencilerden ayrılmak onu en çok üzecek şey olsa gerek… Bugünkü öğretmenler, yani bizler ders yükünden yakınırken o, geçen yıl bir sürü hastalıkla boğuşurken gencecik bir delikanlı cesaretiyle otuz saat derse giriyordu. Fakat bu yıl sıkıntılar artarak devam etti. Artık haftada yedi saat derse girebiliyor. Lâkin, Allah geçinden versin, hayattan emekli olmadan okuldan ve öğretmenlikten emekli olmayı aklının ucundan bile geçirmiyor.

Son yıllarda Ahmet Hilmi Hoca’nın başı sıkıntılardan kurtulmuyor. Geçenlerde evde internet kablosuna takılarak yüzükoyun yere yıkılmış. O sırada ayağı burkulmuş, bazı doktorlar ayağının kırıldığını, bazıları incindiğini söylenmiş. Hastaneye gitmiş, ayağını alçıya almışlar. Geçenlerde eski öğrencileri Meryem Bülbül ve Aşikâr Avcı Özgürbüz’le birlikte hocamızı evinde ziyaret etmeye gittik. Bizi görünce çok mutlu oldu, duygulandı. Yataktan kalktı, yastığa yaslandı. Bizimle o eski güleçliğiyle bir saati aşkın doyumsuz bir sohbet etti. Biz ordayken kapı çalındı. Yenilerden beş tane kız öğrencisi kendisini ziyarete geldi. Birkaç nesil öğrenci grubu bir araya geldik. Zaman ve öğrenciler değişmişti, fakat İmamoğlu Hocamız ufak tefek fiziksel değişiklikleri saymazsak eski durumundan bir şey kaybetmemişti.

Ahmet Hilmi İmamoğlu, KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nde uzun seneler görev yaptıktan sonra bu bölümün kapanıp Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nün açılmasıyla KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçmiştir। Şimdi sözünü ettiğimiz bölümde öğretmenlik vazifesini sürdürmektedir. O bütün hastalıklara rağmen son nefesine kadar öğretmenlik kürsüsünden inmeyecek gibi görünüyor. Zaten o kürsüden inince tutunacağı en büyük dalı kırılmış olacaktır. Onu bizler çok seviyoruz. Tekrar eski sağlığına kavuşması için Allah’a dua ediyoruz.